ALABAYRAM’IN İDAMI VE BİR BARDAK SOĞUK SU İSTEYEN KADIN

Dinar’lı duayen yazar ve şair çok değerli büyüğümüz Nedret Gürcan’ın, soluk almadan okuyacağınız 1958 yılında idam cezasına çarptırılan Alabayram’ın asılışının öyküsü:

O idam gününün sabahını, o akşamüstünü, o geceyi, o sabaha karşı Dinar’ın Cumhuriyet Alanı’nda 1958 yılının dondurucu şubat ayında idam edilen Alabayram’ı ve idam sonrasında karısının insanın tüylerinin ürperten, bağır yırtan çığlığını, çırpınışını olayın canlı tanığı olarak Yaşanmış Taşra Öyküleri kitabımda anlatmıştım.

O zaman kitabımı okuyan yüzlerce Dinarlı ve Türk edebiyatının seçkin kalemleri “Soluksuz okunan, insanı düşündüren.. unutulmaz bir kara öykü bu; etkisi altında kaldık…” sözleriyle bana telefon açmışlar, mektuplar yazmışlardı.

Aradan elli yedi yıl geçti .. her şey hâlâ gözlerimin önünde.

    Elli yedi yıl öncenin Dinar’da yaşanan bu idam olayını Belediye Web Site’sinde yayımlasam nasıl olur? diye bir süredir düşünüyor, ama karar vermekte güçlük çekiyordum. Okurlarımdan, “İçimizi neden karartıyorsun!” diyenler olabilir; onlar beni bağışlasın.

 

Bir yandan da “İyi ki anlattın,Dinar’da yaşanmış önemli olayların bilinmesi gerekirdi” diyenler de olacaktır kuşkusuz. Zaman zaman sinemalarda ve ekranlarda korku filmi seyretmiyor muyuz? İşte, Alabayram’ı yazmak için buradan yola çıktım:

 

Bu düşünceyi sitede yıllardır yazılarımın yayımına yardımcı olan değerli dostum, işadamı Turan Çekinir’e açtım ve ona “yayımı nasıl karşılanır?” sorusunu sordum.

 

Her kentin siyasi, ekonomik, spor vb. konularda o kentin halkı tarafından büyük kalabalıklarla yaşanan, gelecek nesillere bırakılacak olayları vardır, diye birlikte düşündük ve idam öyküsünün yayınlanmasına karar verdik. Ama birkaç ay bekledik…

 

    Peki, kimi ve neyi bekledik? İdamın yapıldığı şubat ayını bekledik. Dondurucu soğukta insanı mosmor eden o günü, o geceyi ve o sabaha karşının tık nefes olan Dinar’ını, soğukla birlikte heyecandan tir tir titreyen binlerin ne durumda olduklarını aradan elli yedi yıl geçmesine karşın bu yazıyı okuyanların düşünmeleri için…

 

Okurların öyküyü okurken Cumhuriyet Alanı’nın ortasında bir insanın üç ayaklı sehpada binlerce göz önünde döne döne yağlı urganla yok oluş dramını hayal etmeleri için…

 

Evet; bir ağır suçun bedeliydi ama, yine de “idam” olmamalıydı… Ve keşke Dinar’da bu idam olmamalıydı. Hiçbir yerde de olmamalıydı… İdam ettiren nedenler zamanla unutuluyor, ama idam görüntüleri unutulmuyor. Şimdi artık Türkiye’de idam yok. Ve bu benim yazım Dinar’da yapılan idamla ilgili kötü bir anı olarak kalacak.

 

Bazı çevrelerce idam cezasının geri gelmesi isteniyor. İdam cezasının geri gelmesi meseleyi çözmez diye düşünüyorum. Suça yatkın insanların eğitimi olmalı…

 

(Not: Ben bu yazıyı yazarken üniversite öğrencisi Özgecan adlı canımız kızımızın bir deli, bir sapık, bir meczub, insan kılığında bir canavar tarafından minibüs içinde işkenceyle öldürülüş haberi tüm Türkiye’yi sarstı. Böyle bir hayvan, insanlar arasında şimdiye değin nasıl yaşadı, nasıl bilinemedi? Çok çok yazık!)

 

    Kalabalıklar:

 

    Dinar’da yaşarken gördüğüm, tanığı olduğum kalabalıklar daha çok siyasilerin mitinglerinde olmuştur. Bu büyük halk kalabalıklarını önceki yazılarımda konusu içinde, yeri geldikçe konuşmacı sayın liderlerin partilerini ve adlarını da vererek anlatmıştım. Bir kentte çeşitli nedenlerle oluşan kalabalıklar unutulmazlar arasındadır.

 

Bir kentin önemli yaşanmışları tarih kütüğünde bulunmalıdır. Fotoğraflı, fotoğrafsız yazılmalı ve saklanmalıdır.

 

Ben bu yazımda -siyaset dışı- çok yıllar önce Dinar’da oluşan iki büyük olaydan Alabayram’ın idamını anlatacağım. Cumhuriyet Alanı’nında şafak sökene kadar toplanan, kilit olmuş anlatılmaz büyük kalabalıktan, baştan sona idamın bütün safhalarından.. en yakın tanığı olarak söz edeceğim.

 

O günün sabahı erkenden:

 

Dinar buz kesiyordu. Burnumuzuın ucu donacak gibiydi, yüzümüzde burnumuz yoktu sanki.. Dudaklar mosmor.. Giysiler kat kat.. Gökyüzü gri bir bulut örtüsüyle kaplı, sancılı ve yüreğime inen hüzünle donmuş gibiydi. Gözünüzün ulaşabildiği her yer bozbulanıktı… Kar yoktu, ama soğuk vardı, Dinarlıların bildiği öylesine soğuk… Soğuk ve idam! Soğuk tüm yaşamızda var; ama idam???

 

Ve ben bir gün öncesinden Dinar’ın Cumhuriyet Alanı’ında Alabayram’ın ertesi gece idam edileceğini adliye çıkışı büroma uğrayan C. Savcısı H. Cahit Karaaslan’dan (bir günlük sır olarak) öğrenmiştim.

 

Bu idam bilgisinden sonra ertesi sabahı zor ettim. Sabahleyin çevreme baktıkça insanlar sanki ruhumun ve yüzümün yansımasıyla benim gibi uykusuz bir geceden sabaha girmiş gibiydiler. Oysa idam haberinden, Bakanlıktan gelen yazıdan adliye mensuplarından ve belki de benden başka kimsenin haberi yoktu.

 

Çarşıda dükkanların kepenkleri bir bir açılıyor ve car cur sesleri Cumhuriyet Alanı’nın güzel boşluğunu dolduruyor. Bir anlamda o sabah dünkü sabah gibi değildi; bir anlamda da dünkü gibiydi, herkes işinde gücündeydi… İdamı bilen yoktu.

 

Dinar’ın sabahını gökyüzünün en temiz havasıyla yıkanmış olarak.. ve akşamını anlatırken güneşın son ışıklarının okşadığı bayrağımızın gülü yıldızlarının dalgalanışını şiirlerimde anlattım hep. Dinar sevgisi için güzel şeyler yazdım. Ama bir idam yazısı yazacağımı, şiirini yazacağımı düşümde görsem inanmazdım…

 

Adliyede:

 

Sabah oldu. Kahvaltıdan hemen sonra bir yaşındaki oğlumu, eşimi öptüm ve Cumhuriyet Alanı’nın tam karşısındaki evimizin merdivenlerinden inerek kapıdan çıktım. Önce şubatın tanıdık soğuğu karşıladı beni. Büromuza girdim. Sabah yapılacak işlerin notlarını, defterlerin sayfalaruını gözden geçirdim. Saat 10 gibiydi.

 

Savcı Bey’den beklediğim çağrı adliye odacısıyla geldi. Beni tanıyordu: “Nedret Bey, sizi

adliyeden çağırıyorlar!” dedi. Paltomu giydim, atkımı sardım ve büromuza yüz metre mesafedeki adliyenin merdivenlerini çıktım.

 

Cumhuriyet Başsavcısının odasında toplanmış olan bütün savcılar ve yargıçların tümü tanıdıktı. Ağır Ceza Başkanı Ziya Ergüven, önceleri savcımızdı sonra yargıç olan Hüseyin Özen ve öbürleri. Bazı akşamüstleri bir çay molası ve sohbet için büromuza gelirlerdi.

 

İlk Dinar Kadısı ve Dinar Cumhuriyet Mahkemeleri’nin ilk yargıcı dedemden ve avukat ağabeyim Necdet’ten başka benim edebiyatla, basınla yakın ilgim olduğunu biliyorlardı. Bir çay içimi biraz siyaset biraz edebiyat konuşulurdu.

 

Kapıyı tıkladım, açtım. “Hoş geldin Gürcan, gel bakalım” dediler.

 

Halkevinden kalma bildik, hışırtılı eski deri koltuklardan birine oturdum.

 

Başsavcı başını kaşıdı, yüzünü buruşturdu:

 

“Biliyorsun; Alabayram’ı asacağız, TBMM’den karar çıktı, şifre geldi, bu gece asacağız, sabaha karşı” dedi.

 

“Hayırlısı” dedim. Ama sıkıntılıydım. Savcı ve yargıçların hepsi de benden yaş olarak büyüktüler. İnfaz Savcısı H. Cahit Bey ben yaşlardaydı. Dinar’da çıkardığım gazetemde hukuk konularında yazılar yazıyordu. İyi bir dostluk kurmuştuk aramızda.

 

“Senden bir ricamız olacak” dedi. Afiş yazımın güzel olduğunu biliyordu:

 

“İdam hükmünün yaftasını okunaklı iri harflerle yazar mısın?

Yani Gotik

harflerle falan…”

 

“Yazarım” dedim. “Ama bir koşulum var; gazetelere en yakın haberi vermek için idamı baştan sona izleme fırsatı için izin istiyorum”

 

“Tamam” dediler, “Hem bu senin hakkın…”

 

Neden benim hakkım?

 

Bu Alabayram davasının bir biçimde başlangıçta tanığı olmuştum. Alabayram ve oğlu tarafından öldürülen 1310 doğumlu İbrahim Acar, olay günü Dinar’ın Gökçek köyünden yüklediği bir at arabası buğdayı fabrikamıza getirip satmış, fişini almış, parasını koynuna koyarak, çarşıda küçük bir alışverişten sonra akşam karanlığında köyüne dönmek için yola koyulmuş.

 

1326 doğumlu Alabayram ve 1928 doğumlu oğlu Ahmet Çelik aynı köyden İbrahim Acar’ın satacağı buğday parasıyla köye döneceğini biliyorlar. Akşama kadar kurdukları pusu ile yolun kıyısında beklemişler. Issız dönemeçte at arabasının sesi kulaklarına gelince el sallayıp İbrahim’in önüne çıkmışlar. Tanıdık oldukları için selâm verip köylüsünün arabasına atlamış ve bizi de yolda bırak falan… demişler. İbrahim, onlardan hiç kuşku duymamış, birlikte yola koyulmuşlar. Kör bir noktaya geldiklerinde, baba oğul İbrahim’i arkadam defalarca bıçaklayıp öldürmüşler.

 

Cinayeti işleyen baba oğul ölenin koynundaki parayı alıp arabayı bir kenara çekerek oradan hızla uzaklaşmışlar. Atlar yol kenarında başıboş kalınca yoldan gelip geçen araçların far ışıklarından ürkerek dörtnala köy yoluna girmiş ve bir kuytulukta durmuşlar. Ve, bıçakla delik deşik edilerek öldürülen İbrahim Acar kanlar içinde arabanın üzerinde…

 

Baba oğul kısa bir süre sonra yakalandılar. Jandarma olayı köyden başlayarak çözmeğe başladı. Cinayet anında üzerlerine sıçrayan kanlı giysileri çuvallar içinde evlerinin bacasının içinde buldular. Alabayram önceden mimliydi. Ve bu onun ikinci cinayetiydi. Oğlunu da bu cinayate zorla bulaştırmıştı. Alabayram tüm yargılanması boyunca bıçağı oğlunun sapladığını, ölüme sebeb olduğunu söyledi. Aklınca idamdan kurtulacaktı. Suçunun cezasının idam olduğunu biliyordu… Yargı oğluna atmak istediği suçu tanımadı. Müebbetle cezalandırıldı.

 

Bize buğdayını satan İbrahim Acar’ın buğday fişinin kopyasını yargı sırasında bizden istediler ve benim de ifademi almışlardı. Benim hakkım buradan kaynaklandı.

 

Karım, evde yemek sırasında çıkıştı: “Öf be, midemi bulandırdın!” dedi

 

Büroya geldim. Yarım tabaka beyaz bir karton aldırdım büroda çalışan çocuğa. Sonra da açtım çini mürekkep şişesinin kapağını, ucu gotik harflerle yazmağa uygun yontulu kalemimle şunarı yazdım ak kâğıdın üstüne kara harflerle:

 

“……… TCK’nun 64. maddesi ile 450’nci mad. 7. fıkrası gereğince…”

 

Öğle yemeği için büromuzun üstündeki konutumuza çıktım. Sabahtan bu yana ne olduysa yemek sırasında karıma anlatmaya başladım. Savcının idam yaftasını benim yazmamı ricasını da belirttim. Dinlerken bozuldu, elindeki çatalı bıçağı tabağın üzerine bıraktı, dirseklerini masaya dayadı ve:

 

“Beyefendi” dedi, “hiç mi işin yok senin? Elin adamının idamından sana ne? Of be, midemi bulandırdın. Bir de kalkmışsın idam yaftasını yazıyorsun! Şimdi savcının karısına telefon açıp (arkadaşıydı) demediğimi bırakmayacağım. Elin enayisi sen misin be?”

 

“Dur karıcığım; lütfen sakin ol. Senin başka bir şeye canın sıkılmış. Hiç böyle görmemiştim seni. Bak, bizler madem ki bu kasabanın insanlarıyız, bir takın görevlerimiz de olacaktır.”

 

“Yani? Ne gibi?”

 

“Gazetelerin muhabiriyim ya.. Muhabir sıfatıyla ve savcı beyin izni ile idam olacak adamı ve idamı da başından sonuna kadar izleyeceğim, İstanbul’dan gazetelerden telefon var: “Sen varsın ya, yeter. Dinar’a başka muhabir göndermiyoruz, yarın haberi geçersin…” dediler.

 

Karıma idamın Cumhuriyet Alanı’nda tam da bizim evin karşısında Atatürk büstünün biraz ilerisinde Şeker Bank’a bakan yerde yapılacağını…” falan da söyledim.

 

İdamın yapıldığı Cumhuriyet meydanı. Karşıda Nedret Gürcan’ın evi ve balkonu

 

“Ya öyle mi? Sen idamcılık oynarken ben babanlara gider, çocuğumla orada yatarım. Sen de ne halin varsa görürsün. Yarın da eve gelmeden lütfen şehir hamamına git iyice yıkan, idam tozlarından arın anladın mı? Yoksa eve giremezsin. Haa, şunu da unutma bana bir daha idamdan bahsetme, istemiyoruuummm!” “Anladın mı” demedi.

 

Karımın plânı gerçekleşmedi. Akşama doğru eve uğradım. Eve tanıdıklardan telefon üstüne telefon gelmiş. İdamın Cumhuriyet Alanı’nda yapılacağını öğrenenler idamı seyretmek için bize geleceklermiş. Aralarında savcı ve yargıçlarımızın eşleri de var. Hava ayaz. Binanın üst katındaki büyük balkondan bakılmaz. Evin odalarından, pencerelerden bakacaklar. Yer kapmak için erkenden gelmek isteyenler de varmış. Bana bunları ayaküstü anlatırken karım ağlayacak gibiydi. İdam saatini sordu.

 

“Sabaha karşı” dedim. “Yandım ben” dedi, “Bu kepazelik artık…”

 

Ona, “Bu da geçer karıcığım” dedim. Beti benzi atmıştı. Evde çalışan kıza haber yollandı. Odalar kim bilir nasıl batacaktı? “Anneciğim” dedi, “gel halimi gör!”

 

Kimin yüzüne baksam…

 

Evden çıktım. Paltom, atkım ve kasketimle zırhlı gibiydim. Adliye binasında aldım soluğu. Savcılar, yargıçlar tümü oradaydılar. Oysa mesailer bitmiş, kış günü daha akşamüstüler gelmeden ilçeye karanlık inmişti. Cumhuriyet Alanı’nın tüm çevresi o saatlerde seyir için bölüm bölüm tutulmuştu sanki. Alanın tüm çevresindeki evler, işyerleri gündüzden tanıdıkların seyirleri için açık tutulmuş, isim isim ayrılmıştı.

 

Yalnızca ilçeden değil, idam olayını duyan yakın köylerden kasabalardan, ilçe ve illerden bile telefonlar gelmişti. İdamı seyretmek için gelmek istiyorlardı.

 

Kimin yüzüne baksam gözbebeklerinde, dalgınlık belirtisi, düşünce ve duygu görüntüsü dalgalanıyordu… Gözbebekleri büyümüştü sanki… Kimileri de ruh yapılarının bozulduğu, asla ve asla idam seyircisi olmayacağını, gidip erkenden yatacağını söylemişler.

 

Kadınlar, kocalarına ve çocuklarına , “Elim yemeğe varmıyor, peynir ekmek

yiyin bugün de…” dediklerini bile duyduk. “Adam asacak gün mü yoktu be!” diye idam kararına kafa tuttuklarını…

 

Akşamcıların çoğu o gün içmemişler, içleri içki götürmezmiş. Eşlerine bile yanaşamazmışlar (!), Psikolojik bir tiksinti oluşmuş beyinlerinde. Adliye odacısı odaya her girdiğinde buna benzer sokak haberleri veriyordu adliye mensuplarına. Onlar da bana bakıyorlardı. Gazeteler için haberdir bunlar diye. ,

 

İçkinin intikamını sigaradan alanlar olmuştu. Sokaklarda kıran girmiş gibi bir sessizlik vardı. Üç beş kişi oluyorlar, hep idamı konuşuyorlardı.

 

İdam essahtan bu gece mi?

 

Akşam ağır ağır ve kurşun gibi geldi o gün. Karımın da ilgisiyle acayip sıkı giyindim soğuğa karşı… Buluşacağımız saatte İnfaz Savcısı H. Cahit Bey bekliyordu. Bir garip heyecan içinde adliye binası önüne yürüdüm. Arabasıyla cezaevinin bahçe kapısından içeriye girerken nöbetçi iki jandarma erinin yüzlerinde “idam tedirginliği” yansımasını gördüm. Sönük ay ışığı altında bunu sezmemek olası değildi. Gecenin ayazına karşı kaputlarının yakalarını kapatsalar da onları da idam olgusu üşütüyordu kuşkusuz; önce bunu gördüm cezaevinin kapısında.

 

Jandarmalar savcıyı selâmladılar. Binaya girdik. Binanın parmaklıklar arasından gördüğüm mahkumların kimlerin gelip gittiğini, neler olduğunu, olacağını ve bizleri korkulu gözlerle izliyorlardı. Savcı Bey’in geleceği biliniyordu sanırım. İdam korkusu cezaevinin her köşesini, özellikle tüm mahkumları da sarmıştı…

 

Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu… Düne gelinceye kadar Alabayram için işlediği cinayetlerden ötürü “Gebersin, ipini ben çekerim…” diyenler bugün, yani idam günü sanki Alabayram’ı acıyan bir havaya girmişlerdi. Cezaevinde parmaklıklara yığılan birkaç mahkum bunları dile getirdi.

 

        Cezaevi müdürünün odasına girerken, üst kattaki mahkumlardan birisi beni tanıdı. Seslendi: “İdam essahtan bu gece mi olacak?” Savcı Bey, “Evet bu gece” dedi.

 

        Cezaevi müdürünün odasında yağlı urganı gördüm…

 

        Cezaevi müdürü kapıda karşıladı bizi. Tanıyordum, tanıyordu. Niçin geldiğimi de biliyordu. Selâmlaştık, el sıkıştık. Oda loş ışık altında sanki idam öncesinin kötü görünümünü yansıtıyordu. Bahçe, avlu, koridorlar, mahkum odaları, alt ve üst katlar ve nihayet müdürün odası… o psikolojiden etkilenmiş ve sessizliğe bürünmüştü.

 

Müdürün odasında buyur edildiğim koltuğa doğru yürürken yerde büyükçe bir leğenin içinde insana kıvrılmış uykuda bir yılan izlenimi veren, bir o kadar da bakmak ile bakmamak arasında bocalatan yağlı urganı gördüm. Ben mi koltuğa oturdum yoksa koltuk bana mı? Öylesine ağır bir ruh ürkmesiyle konuşulanları, idamla ilgili yapılan çalışmaları soluk soluğa dinlemeye koyuldum. Savcı H. Karaaslan ise sözde soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu, rahattı.

 

Cezaevi müdürü savcıya “Her şey hazır sayın savcım,” dedi. “Cumhuriyet

Alanı’ndan da haber geldi. Darağacını kurdurmak için bir usta ve iki çırak bulmuşlar.

İsterseniz bir dolanıp gelelim…”

 

Savcının arabasıyla Cumhuriyet Alanı’na vardık. Soğuktan donmak üzereydik. Hazırlıklarla ilgili kontroldan sonra hızla cezaevine döndük.

 

İbrahim Hoca ile Alabayram’ın hücresinde:

 

İdam saati yaklaşıyordu. Biz müdürün odasında savcının arabasıyla evinden alıp getirilecek yakından tanıdığım Ulu Cami hocası nur yüzlü İbrahim Efendi’yi bekliyorduk. Bir saat sonra hocaefendi geldi. Konusu idam olan çok sıkıcı kısa bir sohbetten sonra (ki hoca bu görevi ilk kez yapacakmış, bir daha da yapmak istemem dedi.) Savcı Bey, müdür bey ve hoca Alabayram’ın tutulduğu dar hücreye girdiler. Savcı, “Gel Gürcan, istersen sen de

yakından görAlabayram’ı” dedi. “İşin mi yok savcım; bırak Allahını seversen” dedim. Bir yandan da şeytan dürtüyordu, kapıdan başımı uzatıp Hoca’nin Alabayrama yapacağı konuşmayı, o ruh yıkıntısıyla eğer birkaç sözcük çıkarsa ağzından Alabayram’ı dinlemek gibi bir çılgınlık geçti içimden.

 

Karım yarın evde bir bir soracaktı. Bir korkak olarak görünmektense hücreye girmeliydim. Gardiyan kapıyı araladı, bir adım bile atamadım. Birşeyler “dur!” der gibiydi içime…

 

İmam efendi de heyecanlıydı. İmam da savcı da böyle bir görevi ilk kez yapıyor olduklarını söylediler. Hepimizi heyecan sarmıştı. Hocaefendi duasını telkin sözleriyle yapıyordu. Gözlerim Alabayram’a kaydı. Sinirleri alınmış bir et yığını halindeydi. Beyninin, gözlerinin, öldüren ellerinin farkında değildi. Sanki ölüydü; bir ölü bir daha nasıl ölecekti ki? Sorulara hiç yanıt vermedi. Dalgındı. Ürkekti. Korkaktı… Dalsız kalmış karga gibiydi… Mırıltılı bir sesle oğlunun asılıp asılmayacağını gardiyana sordu. Gardiyan, asılmayacağını, ömür boyu hapis yatacağını söyledi.

 

Alabayram’ı ilk görüşüm mahkemede olmuştu. Öldürdüğü kişinin fabrikamıza sattığı buğday fişinin kopyası dava dosyasındaydı. Tanık olarak dinlenmiştim. Şimdi de hücrede görüyordum.

 

İki koluna girip hücreden çıkardılar:

 

Ölüm sonsuzluğu için önce Dinar’ın Cumhuriyet Alanı’na sonra da öbür dünya yolculuğuna çıkacaktı. Anlatılmaz, nasıl perişan bir sahneydi… Saat 03.00’lere geliyordu. Biz savcının arabasına bindik. Ölmeden ölmüş gibiydi Alabayram, mezbahanın et arabasına zorlukla bindirdiler. Zorlukla diyorum. Yakından baktığımda hayal gibiydi, bence artık yaşamıyordu… Jandarmanın pikabı önümüzde, et arabası ortada biz arkadaydık.

 

Üç ayaklı idam sehpası gece yarısı kurulmaya başlamıştı. Sözde halkın gözünden kaçırılmak istendi. Oysa halk seyir için kendini gündüzden hazırlamıştı.

 

Cezaevi ile Cumhuriyet Alanı’nın arası on on beş dakikalık uzaklıkta. Yol belki yarım saat sürdü. Yollar sabahın o saatinde, dondurucu havada Cumhuriyet Alanı’na idam görmeye gidenlerere de rastladık. Soğuğa karşı sıkı giysili insanlar suskundu, dalgındı, dudaklar kilitli, sanki gözler konuşuyordu…

 

Konvoy halinde Cumhuriyet Alanı’na girdiğimizde görünüm şöyleydi: Önce çevreyi saran binaların alt katlarındaki dükkânların önü, üst katlardaki evlerin pencereleri ve balkonların içi omuz omuza dolmuştu. Bizim evin terasındaki balkon ve alt katın pencereleri de silme doluydu. Dinar’ın o güne değin gördüğü en büyük üç beş kalabalıktan biriydi… On bin kişi diyenler oldu. Ama seçim toplantılarından bilirim bu alan ve çevresi ancak üç bin kişi alırdı. Halk Cumhuriyet Alanı’nın içine alınmadı. Alan’ın üç tarafını saran yol ve boşluklara alındı.

 

Arabadan indik. Gözlerim bizim binayı, evimizin balkon ve pencerelerine döndü. Karım kesinlikle beni görmek için çırpınıyordu. Evin iki katının da adliyeci hanımları ve yakınlarımızla dolu olduğunu öğrenmiştim. Karımı düşündüm. Yarın bana neler diyecekti?

 

Alabayram kül-keşkek kollarından tutularak üç ayaklı sehpanın altına getirildi.

 

Cellat olmayı gündüzden kabul eden polis memuru Abdullah aranmaya başlandı. Sigara üstüne sigara içiyormuş bir köşede.. anlatılmaz heyecan içindeymiş ve “Ben” demiş, “bu işi yapamam. Savcı Bey kızmasın, gidiyorum…” Aceleden idam için adam aranmaya başlandı. Adliye mensupları tüm kadro oradaydı. Jandarma akla geldi ve bir ere zorlukla “peki” dedirttiler. O jandarma yalnızca sandalyeye kuvvetli bir tekme vuracaktı, olmazsa bir daha…

 

Alabayram’ı darağacının altına getirdiler:

 

1958 Ala Bayramın İdamı 1


 

Alabayram darağacına çıkarken.

 

Bu fotoğraf Nedret Gürcan’ın okurlarından Yeşilhüyük köyünden Nurettin Çalık tarafından gönderilmiştir. Nedret Gürcan bu ince davranış için Sayın Çalık’a teşekkür eder.

 

Savcı H. Cahit Bey yanımdaydı, “Zaten ölmüş!”dedi. “Evet” dedim. Bakmak istemedim, yüzümü çevirdim. Sandalyeye zorlukla çıktı. Çini mürekkeple ve gotik büyük harflerle yazdığım yafta boynunda asılıydı. İçimden “Keşke yazmasaydım…” dedim. İdamı anlatan şiirimde Alabayram’ın idamını yazımın sonunda okuyacaksınız.


Boynunda Nedret Gürcan tarafından yazılmış yafta ile,  idam sonrası Alabayram.

 

O şiiri aklımdan çıkmayan idamdan çok yıllar sonra yazmıştım. Çok sevimsizdi…

 

Ama işte; şiirin diline güzellikler de böylesi de düşüyordu… Şair ne yapsın?

 

İdam sonrası kalabalık ağır ağır çözüldü. Herkes yanındakine bir şeyler anlatıyordu. Evlerine gidiyorlardı, belki uyku girmeyecekti gözlerine. Evlerde çoluk çocuk idamı gören büyüklerini soru yağmuruna tutacaklardı.

 

Peki bana karım ne diyecekti? Hiçbir şey demedi. Yalnızca evin tabanından halılarına, duvarlarından tavanlarına doğru elini uzatıp, “Bizim kadın bunca ayağın gezindiği her yeri temizleyemez, lütfen yarın bir temizlik ekibi bul ve evi temizlet.” Bir de “Sen şehir hamamına gidip yıkan ve idam tozlarından arın olmaz mı?” dedi.

 

İdamdan sonra bir bardak soğuk su isteyen o kadın:

 

İdamdan hemen sonra Alabayram’ın karısı atlı arabayla Cumhuriyet Alanı’nın Şekerbank’ın karşısındaki bölüme geldi. Hızla arabadan indi. Kocasının ipte upuzun donmuş olduğunu gördü. Yüzüne baktım, acılı, korkulu bir ifade yoktu… Taş gibiydi.

 

At arabasının arkasını Cumhuriyet Alanı’nın beton döşemesine dayadı, bedeni yay gibi gerildi, arabanın arkasına geçti, tüm gücüyle tekerlerini yukarıya çekti. Arabaya atladı. Sehpaya kadar sürdü. Arabadan indi. Yan gözle Alabayram’ın ipteki durumunu gördü. Uzamış ve soğuktan donarak heykele dönmüştü Alabayram’ın cesedi. Cumhuriyet Alanı’nda kalanlar bu tüyler ürperten görüntüyü korkuyla izlemeye başladılar. Savcı Bey ve ben de öyleydik. Bunlar yaşanmamalıydı dedik.

 

Kadın belinden hatırı sayılır büyüklükte bir bıçak çıkardı. Bazıları o bıçağın Alabayram’ın cinayet bıçağı olup olmadığını söyleştiler.

 

O soğukta, o eşinin asılarak ölümünde tüm halk soğuktan donacak durumdayken Alabayram’ın karısı üşümüyordu!!! Giysileri kimi olsa dondururdu.

 

Atları darağacının yanına getirdi. Ürkmesinden korktuk. Atlar, Alabayram’ı tanıdılar mı? diye düşündük. Kahverengili at burnunu Alabayram’a doğru uzattı, kişnedi.

 

Kadın idam sandalyeni altına çekti, üstüne çıktı, bıçağı buz kesmiş urgana sürmeye başladı, dakikalarca uğraştı. Alnındaki ter taneciklerinin donduğunu gördük. İnsanlar acımalı, soluksuz ve de iğrenmeli bir seyir içindelerdi. Dağılmağa yüz tutan kalabalık bir içgüdüyle yeniden idam yerine gelmeye başladı.

 

Kadın, yani Alabayram’ın karısı bir omuz vuruşuyla iyice incelmiş urganı keserek “tak” sesiyle kocasını bitişikteki arabaya düşürdü. Korkunç bir sahneydi. Elindeki bıcağı arabaya fırlattı. Sandalyeden indi, yüzünü gökyüzünün karanlığına kaldırdı, Yeni Cami’nin minaresine bakıp durdu. Belki de kocası için dualar okudu.

 

Alabayram’ın donmuş ölüsüne eğildi, evinden getirdiği kirli bir keçe örttü üstüne. Kadının üstünde de eski püskü bir giysi vardı. Başındaki örtüyü çıkarıp arabaya fırlattı. Saçları ağarmış, kınası silinmişti. Soğuk için ayrı bir önlem almamıştı üstüne. Donacak sandık, Savcı Bey’e koşup evden bir battaniye alıp getirmek istedim. “İyi olur” dedi. Ama olmadı. Ben birkaç dakikalık bir düşünce aralığındayken kadın arabasını atları kamçılayarak yola doğru sürmeye başladı.

 

“Son söz”ü karısı “Bir bardak soğuk su isteyerek söyledi!..”

 

Cumhuriyet Alanı’ndan yola inerken arabayı nöbet tutan bir jandarma erinin yanında durdurdu. Jandarmaya bir şeyler söyledi. Bir iki dakika bekledi. Konuşmasını yeniledi. Jandarmadan istediği yanıtı alamadı ki arabayı yola indirip sürmeye başladı.

 

Savcı Bey’le merak içinde jandarma erinin yanına gittik. Jandarmaya kadının ne dediğini öğrenmek isteyenler vardı. Kadın jandarma erine ne demişti? Biz de öğrenmek istedik. Öğrendik: “Kadın jandarmadan bir bardak “soğuk su!” istemiş. “İçim yanıyor evladım; şu kahveden bir bardak su gap getir bana, içeyim” demiş…

 

Jandarma: “Nöbetteyim, olmaz…” demiş. Kadın arabada yatan idam edilmiş kocasını göstermiş. “Onun da nöbetini Mevlam tutuyor gayri. Ihacık daş olmuş, kepeneğin altında yatıyor” demiş jandarmaya.

 

Hava eksi bilmem kaç derecelerdeydi. Kadın, tüm kahrını bir bardak soğuk su ile gidermek istemiş… Bu istek idam edilen kocasının “son sözü” yerine de geçmiş…

 

Aslında Alabayram’ın ruhu karısına geçmişti belki… Bana öyle geldi.

 

O gün ve sonraki günler ilçede idamdan çok o kadın konuşulmuştu.

 

Bir bardak soğuk su isteyen kadın…

 

    O GECENİN ŞİİRİ

 

    Çok yıllar önceydi, hiç umutmam

 

    Evimizin önü meydanlık

 

    Katilin adı Alabayram

 

    Astılar sabaha karşı,

 

    Seyrettik…

 

    Saatler geceyi devirmişti öbür güne

 

    Çakmaya başladılar üç ayaklı sehpayı

 

    Üç kişi.

 

    Tam meydanın ortasına

 

    O karanlık ve sessizlikte

 

    Çekiçlerin yankılanıp geri dönen sesi

 

    Taka tak… taka tak… taka tak…

 

    Sanki Alabayram değil, tüm ilçe asılacak!..

 

    Yağlı ipin altına diktiler onu

 

    Kuru bir ağacı toprağa sokar gibi

 

    Üç kazığın ortasındaydı canı

 

    Baktım, hücredekinden de ölü

 

    Bir tekmelikti işi

 

    Belki ip kopacak, kurtulacaktı

 

    Bu da Alabayram’ın düşü

 

    İp kopmadı, ‘taammüden’di çünkü

 

    Son defa öldü, oracıkta döne döne,

 

    Öğürerek seyrettik Alabayram’ı…

 

———————————————————————————————–

 

Zorunlu bir açıklama:

 

Yazılarımla ilgili tanıdık tanımadık değerli okurlarımdan e-posta ve telefonlar alıyorum. Hepsi de yazılarımı severek okuduklarını bildiriyorlar. Beni bağışlasınlar; onlara tek tek yanıt veremiyorum. Buradan teşekkür sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

 

Bundan önceki yazımla ve aile fotoğraflarımızla ilgili hazımsız eleştirilerde bulunan, deve kuşu gibi başını kuma sokarak -sözde- saklandığını sanan o kişiyi hemen tanıdım. Terbiye dışı yirmi satırlık yazısında bile yirmi imlâ hatası ve bozuk cümleleriyle kendini yazar falan sanan, üstelik yazılarında başka kaynaklardan kopya çektiği halde yazım hatalarını sürdüren kendini beğenmiş bir zavallı o…

 

Tutarsız yazıları ilkokul seviyesi bile değil…

 

Otuz binlik Dinar’da şerefle ve gururla yetmiş yıl yaşadık. Orada maddi ve manevi pırıl pırıl bıraktıklarımızdan gözü kamaşmış olacak ki yaşadığı ilçe adına gurur duyacağı yerde fotoğraflara bile tahammülü yok! Dinar’da yaşarken kendisiyle hiç “merhabam” bile olmadı. Utanmaz adam: “ağzımdan

ağır küfürler çıktı ama…” diyecek kadar saygısız ve rahatsız!.. Ve de terbiyesiz… O yazının bir kopyasını sayın Belediye Başkanı Saffet Acar’a gönderdim. Siteyi kirlettirmesin istedim…

 

Bence o bir mide ve ruh hastasıdır! Kendisine bir önerim olacak: Mide rahatsızlığı için gastroentorolojiye, bir de nörolojiye başvursun!

 

Yazı yazarken şu ünlü sözü de unutmasın:

 

“Ben bir lafa bakarım bir de söyleyene”

Editör: Haber Merkezi