MUHSİN YAZICIOĞLU

            O, idealist bir neslin ete-kemiğe bürünmüş, görünen hali idi. Cezaevine girdiğinde henüz 25 yaşındaydı. Türkiye genelinde siyasetle uğraşan herkesin ismini bildiği Muhsin Yazıcıoğlu, efsaneye dönüşmüş ismi 25 yaşına kadar ki hayatı ile edinmişti.
 
Bir dava, bir iman, bir ideal adamıydı. Daha da önemlisi kendisini hem sevenler, hem de karşıt olanların kabul ettiği gibi kutup yıldızıydı. Ona bakarak Hakk’ın, doğrunun ve mazlumun hangi tarafta; batılın, yanlışın ve zalimin ne tarafta olduğunu tayin edebilirdiniz.
 
1992 Haziran’ının da, MHP’den (o günkü ismi MÇP) arkadaşlarıyla ayrıldığında bazı illerde “Yeni Oluşum” büroları açılmıştı. Bursa bürosunda olan bir hadiseyi bana bizzat yaşayan Hasan Aras anlatmıştı. Büroya bir kişi gelir ve “benim yapabileceğim bir şey var mı” diye sorar. Arkadaşlar, “buyurun oturun, nerdensiniz” gibi sorularla tanışmak ister. O kişi, sol örgüt davasından Mamak’ta yattığını, Muhsin Yazıcıoğlu’nu oradan tanıdığını söyler. Ve ilave eder: “Muhsin yapmışsa mutlaka haklıdır”, “benim yapabileceğim bir şey varsa söyleyin”…
 
Çünkü; o “muhsin”di, ismiyle müsemma idi ve adı gibi yaşadı.
 
İlk gençlik yıllarımda o cezaevinde idi. Onun arkadaşlarıyla tanıştım önce… Cezaevinden çıkmış, cezaevinde ki arkadaşları ve onların aileleri ile ilgileniyorlardı. Kimisi de idam edilen arkadaşlarının mezarlarından ayrılmıyor, sürekli onların bakımını yapıyordu. Ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun ismini andıklarında gözleri parlıyor, cezaevinden çıkmasını bekliyorlardı. Sanki çıkınca Türkiye’de zulüm bitecek, aydınlık günler gelecekti.
 
İdama gidenler dahil, birçok arkadaşına savcılar “Muhsin yaptı, yaptırdı de kurtul” teklifini yaptılar. Hiçbir arkadaşı bunu yapmadı. Hiçbir arkadaşı onu hayal kırıklığına uğratmadı. Çünkü; o hayatı boyunca hiçbir arkadaşını yarı yolda koymamıştı.
 
Cezaevinden çıktıktan sonra eski arkadaşlarıyla tanışıklığımız da olduğu için, yakın olduk. Özellikle 1994 sonrasında 2000’e kadar çok yakınındaydım. Türkiye’nin o karanlık ve çalkantılı günlerinde, 28 Şubat sürecinde ki tavırlarının bizzat şahitlerinden birisiyim. Önce Nizam-ı Alem Ocakları’nda Bölge Başkanı, sonra Genel Başkan Yardımcısı ve 1998-2000 tarihleri arasında da Büyük Birlik Partisi (BBP) MKYK üyesi olarak o günleri birlikte yaşadım.
 
1995 genel seçimlerinden sonra Türkiye’de asker zoruyla kurulamayan (RP-ANAP) ve asker zoruyla kurulan (ANAP-DYP) hükümetleriyle ilgili düşüncelerini müşahede ettim. RP-DYP (bilinen ismiyle Refahyol Hükümeti) kurulacağında destek açıklaması yaptığında güven oylamasından bir gün önce Kanal D televizyonunda Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında Eyüp Aşık İstanbul’da, Muhsin Yazıcıoğlu Ankara stüdyosunda idi. Ankara stüdyosunun sesini kapatıp, söylenenleri duymaz hale getiriyorlar. Bu esnada da İstanbul’da birçok iftira Eyüp Aşık tarafından sıralanıyor. Ankara stüdyonun tekrar sesini açıp Fatih Altaylı “siz ne söylersiniz” deyince, o da söylenenleri duymadığı için genel şeyler söylüyor.
 
Biz de bu esnada, İstanbul’dan Ankara’ya seyahat halindeyiz. Yolda telefonla bilgi geldi ve Ankara’ya girer girmez genel merkeze gittik. Zaten ertesi günde gençliğinden beri yoldaşlık ettiği arkadaşları, hem Eyüp Aşık’a ve hem de Fatih Altaylı’ya Meclis’te hayatları boyunca unutamayacakları ve eminim bu oyunlarından dolayı çok pişman oldukları bir ders verdiler.
 
İsteseydi (ki teklifte edildi) Başbakan yardımcısı olmakla kalmayıp, tüm milletvekili arkadaşlarına Bakanlık alabilirdi. O günler de konuşurken bunun “kirli” bir görüntü vereceği, ülke için verdikleri desteğin yanlış anlaşılmasına neden olabileceğini söyleyerek kabul etmedi. İşte bunun için o, kutup yıldızıydı.
 
Güven oylamasının akşamında TBMM bahçesinde haber programlarına canlı yayına çıktığında yanındaydım. Daha sonra da ODTÜ stüdyolarında Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programı vardı. Oradaki konuklar hatırladığım kadarıyla Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Deniz Baykal idi. Biz kulisten izliyorduk. Program esnasında özellikle Hüsamettin Cindoruk aklınca bel-altı vuruşlar yapıyor, zor durumda bırakmaya çalışıyordu. Ama programa ara verilip reklama girildiğinde, “Muhsin Yazıcıoğlu’nun ne kadar vatansever ve ahlaklı olduğunu, gençliğinden beri tanıdığını” söylüyordu. Her zaman bildiğimiz iki yüzlülüğüyle (biraz da korktuğundan olsa gerek) sırıtıyordu.
 
28 Şubat sürecinde onun şahsi olarak korumak isteyeceği bir koltuk ve ya iktidar yoktu. O günlerin şahitleri iyi bilirler ki, en büyük mücadeleyi de o vermişti. Kimsenin cesaret edemediği şeyleri söyledi. Kimsenin dokunmaya cesaret edemeyeceği oyunları bozdu. O günlerden hatırlar da kalan şu iki cümle bunu anlatmaya yeter.
 
Birincisi; ordu içerisinde Baas benzeri azınlığa dayanan darbe yanlılarına karşı “Türkiye; Cezayir olmaz İran olmaz, Suriye olmasına da biz müsaade etmeyiz.”
 
İkincisi; millet iradesini hiçe saymak isteyen vesayet odaklarına karşı “namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam”!
 
Parti MKYK’sına girdiğimde henüz otuz yaşına yeni girmiştim. Toplantılar da, hiçbir arkadaşının sözünü kesmez ve herkesi dinlerdi. Hepimiz düşüncemizi açıkça ifade ederdik ve kimse de acaba ne der diye düşünmezdi. Özellikle benim için öncelikle bir “ağabeydi” ve o rahatlıkta konuşmamızı isterdi. 1999 seçimlerine giderken, Aydın Doğan’ın RTÜK yasası nedeniyle aramasını sonra Fikret Bila’yı kendisine göndermesini de o günler de anlatmıştı. Ve o zaman da “milletin aleyhine olan hiçbir şeye destek vermeyeceğini” göstermişti.
 
Milli olan herkesle ve her camiayla yan yana oldu ve hepsine destek verdi. Vefatından sonra çok farklı kesimlerin söyledikleri ondandır. Çünkü, o kutup yıldızıydı.
 
Hala bazen olaylar karşısında “acaba Başkan ne yapardı”, diye düşünürken bulurum kendimi…
 
O “muhsin”di, ismiyle müsemma idi ve adı gibi yaşadı.
 
Başkanım, ağabeyim; her geçen gün, son nefese ilerliyoruz, sana yaklaşıyoruz. Rabbim, inşallah yeniden buluştursun bizi…
 
 
 
Editör: Haber Merkezi